18 Eylül 2013 Çarşamba

Misafir Yazarım BUDAPEŞTE'de

   
Bloğumda "misafir yazar köşesi" yapmaya karar verdim. Etrafımda gezdiği yerleri anlatmak için can atan o kadar çok arkadaşım var ki, ben de onların bu sevdasını paylaşayım istedim. Sadece turist olarak gezmek yerine gözlemleyerek, öğrenerek, hatta yaşayarak gezen gezgin ruhlara hayranım.
İşte onlardan biri de Serkan... Serkan 6 ay boyunca Erasmus Programı kapsamında Stuttgart'ta kaldı. Ancak hiç yerinde durmadı. Öğrenciliğinin vermiş olduğu özgürlükle gezdi tozdu... Yalnızca 6 ay için gittiği Stuttgart, ona Avrupa'nın bir çok şehrinin kapılarını açtı. Umarım bu onun hayatında güzel bir başlangıç olur ve gezgin ruhunu kaybetmeden durmadan gezer gezer... :)
 

" Budapeşte

 
 
 
Macaristan’ın başkenti olan Budapeşte, farklı ülkelere gidip farklı kültürlerle haşır neşir olmayı sevenlerin, hayatlarının bir döneminde mutlaka görmesi gereken bir şehir. 2857 km'lik Tuna nehrinin havzasını oluşturan ülkeler sıralamasında Romanya’dan hemen sonra Macaristan geliyor. Burada Tuna Nehri, Budapeşte’yi kalbinden geçerek, Buda ve Peşte olmak üzere 2 kısma ayırıyor. Buda, Tuna Nehri’nin batısını oluştururken, Peşte ise doğusunu oluşturuyor.


Peşte kısmında dikkat çeken yerlerin başında şehrin en büyük kilisesi “Aziz Stephan Bazilikası” geliyor. Etrafı restoranlar, eğlence mekanları ve hediyelik eşya dükkanları ile donatılmış meydan, şehrin kalbi olarak geçiyor. Ayrıca kilisenin kulelerine çıkıp, şehrin etkileyici manzarasını görmeyi sakın kaçırmayın derim J



 

Peşte kısmının en şık sokağının “Andrássy Sokağı” olduğu söylenebilir. Restoranlarının, mağazalarının ve etkileyici mimarisinin yanında, sokak boyunca tarihteki önemli insanların heykelleri ile baştan sona bu sokağı yürümek adeta tarihsel bir yolculuk. Bu sokak üzerindeki “Liszt Ferenc Meydanı”, Maceristan’ın geleneksel yemeklerinden biri olan “gulaş” başta olmak üzere, yerel mutfağını ve içeceklerini deneyebileceğiniz arka arkaya birbirinden güzel restoranlara ev sahipliği yapıyor. Buradaki restoranlar içinde size önerim; “Cafe Vian”. Nefis yemeklerinden yeriniz kalırsa, kesinlikle “Krem Brüle”sini de denmelisiniz!

 
Tatlı demişken size bir diğer önereceğim yer ise; Andrássy Sokağı'nda, Opera Metro Durağı’na 1-2 dakika mesafedeki “SUGAR! Shop”. Kendilerine özgü yaptıkları leziz tatlıları orada oturup yiyebilirsiniz ya da istediğiniz kadar alıp, güldüren ve iglinç orijinal ürünlerin satıldığı hediyelik eşya bölümüne bakıp çıkabilirsiniz. Daha önce bu  konseptte bir yer görmemiş biri olarak, tekrar Budapeşte’ye geldiğimde mutkala uğrayacağım yerlerin başında geliyor burası. Çikolatalı tatlılarının tadı hala damağımda!
 
Yemekten konuyu açtık ya, boğazına düşkün birisi olarak kendimi tutamıyorum J Bu seferki yerel mutfak önerisi olmayacak ancak ilginizi çekebileceğini düşünüyorum. “Manga Cowboy” adlı Amerikan & Japon mutfağını birleştiren bu restoran, müşterilerine adeta meydan okuyor! Bir düzine “Kill Bill Chicken Wings” yiyebilenin yemeği bedavaya geliyor ve ismi, fotoğrafı ile birlikte duvara asılıyor. Acıyı çok sevmeme karşın ben, iki taneden sonra gözlerimde yaşla pes etmek durumunda kaldım! Bakalım siz ne kadar yiyebileceksiniz… J
 
 
 
Şehir içinde metro, tramvay ve otobüs ile ulaşım kolaylıkla sağlayabiliyorsunuz. Fakat, üç günlük ziyaretim boyunca ben, hem mimarisinin güzelliğinden, hem de sokaklarının tarihi havasından dolayı bu şehirde yürümeyi tercih ettim ve ulaşım araçlarından hiçbirini kullanmadım...
 
 
Gelelim Budapeşte'nin mimari & tarihi açıdan en önemli yerlerinden birine; "Parlamento Binası"
İlk bakışta insanların gözlerini alamadığı bu yapı Peşte kısmında, Tuna’nın hemen yanında yer alıyor. 1896’da yapımına başlanan ve 1904’te tamamlanan bu büyüleyici Neo-Gotik mimarisinin kullanıldığı bina, mimarının bina bitmeden önce kör oluşu gibi yaşanmışlıklarla daha da etkileyici hale geliyor.
 
Peşte kısmını bitirmeden ilginç bir yerden daha bahsetmek isterim: "Kahramanlar Meydanı”. Önceden bahsi geçen Andrássy Sokağı'nın sonuna gelindiğinde bu görkemli manzara ile karşılaşıyorsunuz. Ortada görülen “Milenyum Anıtı”. Etrafındakiler ise 9. Yüzyıl’da Macaristan’ı kuranlar ve Macar tarihinde önemli rol oynamış kişiler.
 
 
Hemen anıtın etrafına yakından bakarsak da bu görüntüyle karşılaşıyoruz.
 
Bu meydanın arkasında ise büyük bir kısmı yeşil alandan oluşmak üzere müze, kilise, yapay göl, restoran ve eğlence yerlerini ve ayrıca bir şatoyu kapsayan oldukça geniş bir alan bulunuyor. 
 
 
 Fotoğrafın sol tarafındaki şatoya ve sağ tarafındaki restoran ve barlara, insanların pedallı bot kiralayıp gezebileceği bu yapay göle köprüden bir bakış…
 
 
Tuna Nehri Buda & Peşte diye ayırıyor demiştik, bunula birlikte bir de şehrin genel planına bakıldığında, kuzey kısmında  2,5km uzunluğunda ve 500m genişliğinde, Tuna’nın ortasında, küçük sayılabilecek “Margaret Adası” da ziyaret edilmeye değecek yerlerden biri. Köprüden yürüyerek ya da tramvay/otobüsle ulaşım kolayca sağlanıyor. Her yerinin yemyeşil olduğu bu adada, barbekü/piknik yapanlar, spor müsabakalarına gelenler, nehir manzarasında akşam koşusuna çıkanlar, yüzenler, köpeğini gezdirenler, güneşlenenler… Özellikle pazar günleri oldukça kalabalık olan bu adacık, insana pozitif enerji veren, günlük yaşamdan kaçabileceğimiz, "Keşe benim de şehrimde böyle bir alan olsa!" dedirtecek bir yer.
 
 
Aslında şehrin kalbi, yüzölçümü olarak da daha büyük olan Peşte’de atıyor denilebilir. Ancak Buda da ondan daha güzel manzara sunan tepeleri ve küçük birkaç kilisesi ile öne çıkıyor. Buda’dan şehrin kalan manzarası gerçekten görülmeye değer. Panoramik bakacak olursak böyle bir manzara ile karşılaşıyoruz.
 
 

Bu manzaranın farklı açılardan görülebileceği yerler arasında ise 1265 yılında yapımı tamamlanan Budin Kalesi -ki burası Mohaç Savaşı’nda Kanuni Sultan Süleymnan’a yenilen Macar Kralı IV. Bela’nın varis bırakmadan ölmesi üzerine halkının, seçtiği bir heyetle anahtarını Kanuni’ye verdiği, böylece de Osmanlı himayesine girmiş olan kale- ve Citadel Tepesi –ki burası da çeşitli ağaç ve otların arasındaki merdivenden çıkıldığında harika bir manzara ile karşılaşabileceğiniz bir yer- var.  
 
Budapeşte’nin, ilginizi sürekli olarak canlı tutan ve gezerken eğleneceğiniz bir şehir olduğundan kesinlikle eminim.
 
Son bir not; yerel içkiler olan Pelinka & Unicum’u da denemeden dönmeyin derim :) "
 
Sevgiyle kalın...

Ezgi :) 
 

 





13 Eylül 2013 Cuma

Pedalımda 5 Ülke

Bugün günlerden Kitap...

Hiç, bir gün herkesten farklı yaşamayı düşündünüz mü? İşte ikisi de öğretmen olan, Sarıhan çiftinin, muhteşem deneyimleriyle dolu, köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir gezdikleri, gezerken de "bunları birilerine mutlaka anlatmalıyız" diye biriktirdikleri hatıralarını yazdıkları bir kitap. Pedalımda 5 Ülke...
 

Gezi tecrübeleriyle ilgili yeni ve özgün bir şey söylemek ne kadar zor. Avcı toplayıcı ilk insandan konargöçer atalarımıza, İbn Battuta'ya, Marco Polo'ya, Evliya Çelebi'den modern gezginlere kadar binlerce seyahatname yazarı, içlerindeki coşkuyu, yolda olmalarının nedenini ve yaşadıkları bu olağanüstü anıları ne derece kelimelere dökebilmiştir ki!
 
Shakespeare'nin dediği üzere "Hayat bir oyun sahnesi!"
 
Bu satırların sahibi İnci ve Soner Sarıhan çifti bu sahnede figüran olmak yerine başrolde oynamayı ve uzun metraj bir yol filmi çekmeyi tercih etti. 2005 yılında aldıkları radikal bir kararla tüketim çılgınlığına biraz olsun ara verip dünyaya olan borçlarını ödemek için ulaşım araçlarının en masumu olan bisikletle yola düştüler.
 
Sarıhan çiftinin Denizli-Muğla-Antalya seyahati ile başlayan bisiklet seyyahlığı, 2006'daki Karadeniz turunun ardından 2007 yılında Türkiye'den Nepal'e uzanan masalsı bir maceraya dönüştü. Bu yolculuğun yarattığı dönüşüm, "Pedalımda 5 Ülke" ile somutlaşıyor. 2008'de Hollanda, Almanya, Belçika, Fransa hattına uzanan hikayeleri, 2009'da aralarına katılan ve bugün Minik Gezgin olarak tanıdığımız Tibet Çınar'la daha da zenginleşti. Minik Gezgin henüz 22 aylıkken Orta Avrupa'daki 3486 kilometrelik bir rotayı anne-babasıyla birlikte kat etti. 2012'de Hollanda'dan yola çıkan bisiklet sever aile 3660 km boyunca 10 ülkeyi kapsayan bir serüvene imza attı. Bu hikayeler yeni kitaplarda okuruyla buluşacak. Siz "Pedalımda 5 Ülke"yi okurken, bu güzel aile Kuzey Kutup Dairesi'ne doğru pedal basıyor olacak muhtemelen.       
   
Çoğumuzun hayalleri vardır. Bunları gerçekleştirebilmek cesaret ister. Pek azımız yapabiliyoruz bunu. Bu iki öğretmenin sıra dışı yaşam tarzı, bize güzel bir örnek olsun bence. Kitabı okurken benim aldığım keyfi, sizin de alacağınıza hiç şüphem yok. Akıcı anlatımlarıyla birlikte gittikleri her yere siz de gitmek için can atacaksınız...
 
Belki bir sonraki rotalarını öğrenmek için, web sitelerini de gezmek istersiniz; www.minikgezgin.com

İyi okumalar...

Ezgi :)




10 Eylül 2013 Salı

Kavala-Thassos Adası-Gümülcine

Kavala

Selanik'ten sonra dönüş yolu üzerinde İpsala'ya gelmeden, Kavala ve Komotini'yi göreceksiniz. Buralara uğramadan İstanbul'a dönmeyin derim. Bir de seyahatinizi yaza denk getirebilirseniz mutlaka Kavala'yı geçtikten sonra, Keramoti'den Thassos Adası'na kalkan arabalı vapurla güzel bir deniz keyfi de yapmalısınız. Ben de Ege Denizi'ne karşı taraftan girmek nasıl oluyormuş diye merak ettim ve adayı sizin için inceleme fırsatı buldum :)
İlk önce hedefiniz Kavala olmalı. Çünkü Selanik'ten çıktıktan yaklaşık 1-1,5 saat sonra Kavala'nın harika manzarasına karşı durup dinlenmek iyi bir mola olacaktır sizin için. Osmanlı Döneminde Balkanlar'ın en önemli merkezlerinden biriymiş bu şehir. Çok eski bir tarihe sahip olduğu gibi 500 sene boyunca Osmanlı Devletinin bir parçası olarak kalmış.
Tarihinden bahsetmişken Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı anlatmadan geçmemeliyiz. Osmanlı Devletinin o zamanki hükümdarı III.Selim, Kavala'da doğmuş olan Mehmet Ali Paşa'yı Mısır Valisi olarak görevlendirmiş. Batılı ülkeler ile ilişkilerini ilerleten vali, Osmanlı topraklarının bir bölümünü işgal etmeye kalkışmış. Zamanla daha da güçlenerek Kütahya'ya kadar ilerlemiş. Avrupalılar Mehmet Ali Paşa'nın bu kadar güçlenmesinden korkarak bir antlaşma düzenlediler ve Mısır dışında işgal ettiği yerleri Osmanlılara geri vermişler. Her ne kadar Kavalalı Mehmet Ali Paşa bu antlaşmayı kabul etmese de İngiliz Donanması'nın asker çıkartması üzerine tekrar padişaha bağımlılığını bildirmiş. Bu yüzden Kavalalılar için Mehmet Ali Paşa çok değerli ve doğduğu ev müze halinde korunmakta. İsteyenler evin içini gezip, Osmanlı Dönemi tarihinin içinde hayal dünyasına kapılabilir. 
Kavala'ya en çok gelme amacımız kurabiyesini tatmaktı. Kavala Kurabiyesi her büfede satılıyor. Biz de arabayı ilk gördüğümüz yere park ettikten sonra güzel bir çay bahçesine oturduk. En yakındaki büfeden kurabiyemizi satın alıp yemeye koyulduk. Şahane bir tadı var. O kadar lezzetli ki kalenin fotoğraflarını bile neredeyse çekmeyi unutuyordum. Sahil kenarına yerleşmiş bu şehrin evleri yamaca kurulmuş. Denizin ve marinanın manzarası görülmeye değer. Ayrıca deniz sevenler için plajları görülmeye değer... 

Thassos Adası

Kavala'dan çıktıktan yaklaşık 1 saat sonra otoban yolu üzerinde "Keramoti" dönüşünü göreceksiniz. Ara bir yol sizi arabalı vapur sırası beklemek üzere limana kadar götürecek. Yaz dolayısıyla saatte bir kalkan ve sizi Thassos Adası'na götüren seferleri mevcut. Arabalı vapur seyahati tahmin ettiğimden daha keyifli geçti. Müzik çalan çalgıcılar, martıları beslemeye çalışan insanlar, güneşlenen gençler... İnanın bana 45 dakikalık yolculuğunuzun nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Adaya vardığınızda karşınızdaki manzara size ülkemizin Marmaris-Fethiye yolunu anımsatacak. Dönemeçli dar yollar ve gökyüzünü bile görmekte zorlanacağınız kadar sıklıkta dikilmiş çam ağaçlarının o harika kokusu... Camdan dışarıya kafanızı çıkarttığınızda içinize çekeceğiniz bol oksijen biraz başınızı döndürebilir. Çünkü ada, tahmin ettiğiniz kadar küçük değil. Yaklaşık 15 tane plajı var ve tüm adayı dolanmak 1 saatten fazla zamanınızı alabilir (90 km).
Vapurumuz "Limenas"a yanaştıktan sonra amacımız adanın sağ tarafından dolanmaya başlayarak tam güneyine inmekti. Zamanınız varsa, her gece farklı koyda konaklayabilirsiniz. Size tavsiye edeceğim koylardan biri bizim de denizinden faydalandığımız "Limenaria". Gözünüzü denizden ayıramayacaksınız ve "Nerede kalırsak kalalım ama, bir an önce şu denize kendimizi atalım" diyeceksiniz :) 
Thassos Adası'nda öyle bizimkiler gibi çok lüks oteller beklemeyin. Bir kaç tane büyük otel dışında, koyların bir çoğunda yalnızca pansiyon var. Ancak hepsi Avrupa standartlarında ve tertemiz. Her otelin önünden denize girebilirsiniz. Bazı plajlarda yemek içmek şartıyla şemsiye ve şezlong parası vermenize de gerek yok. Hatırlatmalıyım ki; içecekler de yemekler kadar uygun fiyatlı...
Öğle yemeğimizi yemek için "Dionisos" restoranına oturduk. Menüden musakka, cacık, spagetti bolognese seçtik. Lezzetli yemeklerle keyfimiz iyice yerindeydi. Sahibi de, 12 yaşındaki oğlu da bize çok yardımcı oldular. Hatta kalacak yerimizi bile onlar ayarladı. Oğlu İngilizcesiyle hem bizimle sohbet etti hem de etrafı tanıttı :) Gündüz plajların doluluğu, akşam da hoş minik çarşının sevimli kalabalığı "Limenaria" koyunu daha çok sevmemize neden oldu...   
Diğer koylar için de aynı şeyi söyleyebilirim. Çünkü hepsinin kendine özgü farklı bir havası var. Örneğin "Skala Marion" koyu daha küçük bir yer ama akşam eğlenceleri daha sıcak ve sempatik geçiyor. Sabah kahvaltısı için seçtiğimiz "Skala Kallirachis"i de tavsiye edebilirim. Hele denizinin pürüzsüzlüğü ve kumsalının temizliğine diyecek yok...

Komotini (Gümülcine)

Gümülcine diye adlandırdığımız bu şehrin ismi, bulunduğu bölgeye ilk yerleşen insanlardan olan "Kömürcü Nine"den geldiği sanılmaktaymış. Osmanlılardan kalma Türkler, şuan azınlıkta olduğu Gümülcine'de nüfusun %40'ını oluşturuyormuş. Hatta yüzde yüzünün Türk olduğu köyler bile varmış.  
Biz de onlardan birine denk geldik. Şehrin küçük çarşısını gezerken meşhur köftecisine rastladık. Azınlıktaki Türklerden olan Sacit Usta bize hayatımızda karşılaşmadığımız kadar leziz köfteler yaptı. Bir porsiyonda 6 adet bulunuyor ve kendi yaptıkları ayranları da yanında veriyorlar. Size kesinlikle tavsiye edeceğim yerlerden biri de "Aşçı Sacit"in yeri. Ancak ismini söyleyerek bulmanız zor olacağından, kartvizitinin fotoğrafını çektim, eminim üzerindeki adres yardımcı olacaktır :)
Şehir meydanının etrafı kafelerle çevrili araç girmesi yasak bir bölge. Gündüzleri çok insan gözükmese de geceleri buraları oldukça kalabalık oluyor. İpsala'ya yaklaştıkça etrafımızda Türkçe konuşan insanlar çoğalmaya başlamıştı. Bu yüzden Gümülcine'yi de çok sevdik. Her ne kadar denizden uzak da olsa (40km.) uzaklıkta plajlara ulaşmak mümkünmüş.
Hiç istemeyerek bu güzel şehre de veda etmek zorunda kalıyoruz, çünkü malum, İstanbul trafiği bizi bekler... 
Sevgiyle Kalın...
Ezgi :)

 

       

9 Eylül 2013 Pazartesi

Araba İle Selanik Gezisi


İstanbul-Selanik


Kendi aracıyla, İstanbul-Selanik arası güzel bir yolculuk yapmak isteyenler için harika bir yol haritası çizeceğim. Bizim için hem gezdiğimiz, hem de çok değişik deneyimler kazandığımız bir tatil oldu. Yıllar önce Osmanlı topraklarına dahil olan bu yerlerde hala Osmanlılardan kalan izlerini gözlemleyebildik. Kara yoluyla İstanbul'dan başladı yolculuğumuz. İstanbul trafiğini saymazsak dümdüz bir yol gittik İpsala Gümrüğü'ne kadar. Gümrükteyken hep filmlerde gördüğüm sahneler canlandı aklımda. Kaçak olarak geçemeye çalışan insanlar, bagajları didik didik aranan araçlar, park etmiş kocaman tırlar, saatlerce bekleyen vatandaşlar... Ancak bizim işimiz çok kolay oldu. Sıraya girdik ama çok beklemeden hemen ilk kontrol noktasında pasaportlarımıza bakarak bizi geçirdiler. Türkiye sınırından çıkmadan önceki freeshop, havaalanlarında görmeye alıştığımız büyüklükte değil. Daha mütevazı, daha ufak, tek katlı bir bina. İçinde çok da alternatifi olmayan bir restoran ve alışveriş alanı var.
 
Toplamda 3 adet kontrol noktasından geçtik. En sonuncusu Yunan Gümrük kapısıydı. Tabii onlar için önemli olan bizim pasaportlarımız dışında, aracımızın sigortası ve kullanan kişinin beynelmilel ehliyeti. Hepsini kontrol edip, aracın kapılarından içerideki kişi sayısına da kabaca baktıktan sonra geçmemize izin verdiler.
 
Türkiye'den çıkarken önümüzde Türkiye sınır kapısı...
Yunanistan'a girerken arkamızda Yunan sınır kapısı...
 

Kendi aracınız ile yurtdışına çıkış yapmak çok kolay! Beynelmilel Ehliyet'iniz -en az 1 yıllık ve yaklaşık 350TL'ye (179€) alabiliyorsunuz- ve trafik sigortanız -15 günlükten 1 yıllığa kadar fiyatlar değişiyor- hazır olduktan sonra pasaportlarınızla hiç bir sorun yaşamadan ver elini Avrupa otobanları :) Bunun için ayrıntılı bilgi almak isterseniz sizi Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'na yönlendirebilirim.         
 
Yunanistan sınırından hemen sonraki otoban boyunca görüntüler bize hiç yabancı olmayan şeyler. Zaten tüm Selanik rotamız boyunca pek çok benzerlikle karşılaştık. Tek fark; arabamızda çalan radyodan Yunanca konuşmaların gelmesiydi. Yol boyunca buğday ambarları, tütün tarlaları bize eşlik etti. Düzenli sürülmüş tarlalar, sulama için kullanılmış son teknoloji teknikleri, Avrupa'da olduğumuzu bize sık sık hatırlattı. En çok gördüğümüz ağaç türü zeytin, hayvan türü ise koyundu :) Bunun yansıra 2 farklı dinin sığmış olduğu sevimli köyler, cami ve kiliseleriyle bizi hem çok şaşırttı hem de hep bildiğimiz ama çoğunlukla inkar ettiğimiz bir şeyi anımsattı. Sonuçta hepimizin kardeş olduğunu!!!


  • Önemli bir uyarı yapmadan geçemeyeceğim; İpsala'dan çıkmadan mutlaka gideceğiniz yere kadar olan benzininizi doldurun, çünkü otoban yolu boyunca bir tane bile benzin istasyonu ya da mola yeri bulamayacaksınız!!! Tabii şehir ya da kasabaların içinde bulabilirsiniz. Hatta ülkemize göre daha ucuz olduğunu da söylemeliyim.
İlk rotamızı Selanik olarak düşündüğümüz için İpsala'dan sonra yaklaşık 3 buçuk saat hiç durmadan dümdüz bir yol gittik. Geçtiğimiz diğer küçük şehirleri, Osmanlı Dönemi ile ilgili öğrendiklerimizin içinde epey yer tuttuğu için, dönüş yolunda mutlaka gezmek üzere geride bıraktık.  
 

Thessaloniki (Selanik)


Şehre girerken epey sanayi bölgesinden geçtik, bu yüzden ilk izlenim olarak biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Ancak ne zaman merkeze geldik, otelimizin sokağını bulduk ve deniz kokusunu duydum, işte o zaman Selanik kendini fazlasıyla affettirdi :) İzmirli biri olarak kendi doğduğum şehre hiç bu kadar benzer bir yer daha görmemiştim. Ayrıca nasıl kendi memleketimin ayrıcalıklı olduğunu düşünüyorsam, Selanik için de aynı şeyi düşündüm tüm tatilim boyunca. Gerek insanları, gerek de sokakları beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. İnsanlar, özellikle de esnaf hep çok cana yakın davrandı. Yardımseverlikleri ve misafirperverlikleri çoğu Avrupa ülkesinden çok farklı. Taksi şoföründen tutun da market çalışanına kadar hepsi çok güler yüzlü.
 
Otelimizin sokağı denize çıkıyor. Denizin harika görünümüne kapılmış ilerlerken sokak arasında, şirin mi şirin bir bar (Sinatra Bar) takılıyor gözümüze. Dönüşte mutlaka burayı değerlendirmeliyiz diyoruz ve ver elini kordona benzerliğiyle ünlü sahil kenarına (Leof. Nikis Caddesi). Bir ucunda marina, diğer ucunda Beyaz Kale. Fotoğraf çekmeye de çektirmeye de doyamıyorum. Güneş batmadan sahil evlerinin değişik tasarımlarını, yanımızdan bisikletiyle geçen geçleri, denizde tur atan tekneleri seyre dalıyorum.
 
Otelimizin adı; City Hotel. Şehrin ortasında, hem gezilecek tarihi yerlere hem de eğlence ve taverna mekanlarına çok yakın. O kadar pahalı olmamasına karşın (kişi başı, kahvaltı dahil, 1 gecelik, 35€) sabahları harika bir açık büfe kahvaltı sizi karşılıyor. Hizmet ve temizlik de çok başarılı. Yani kesinlikle tavsiye ederim :)
 
Sahil yolunun sonunda Selanik'in sembolü haline gelmiş "Beyaz Kale" bulunuyor. Kanuni Sultan Süleyman Dönemi'nde yapılmış bu kale, garnizon ve hapishane olarak da kullanılmış. Yıllar içinde farklı isimler verildiği de olmuş. 16.y.y. ve sonrasında "Aslan Kulesi", "Yeniçeri Kulesi" ya da "Kan Kulesi" olarak isimlendirilmiş. Yunanlıların eline geçince de sembolik bir vaftiz uygulaması olarak beyaza boyanmış ve "Beyaz Kule" denmiş. Ancak zaman içinde kule eski rengine geri dönmüş.



Beyaz Kule'nin hemen yanında şehri gezmek isteyen turistler için sevimli bir otobüs bekliyor.  
  
 Bu güzel şehirde bir çok meydan bulunuyor. Bunlardan biri de Aristotelous Square...
 
Tabii ki alışveriş yapmak da mümkün Selanik'te. Bunun için güzel caddelerden biri olan Tsimiski'yi seçebilirsiniz. Bir çok güzel markanın dükkanını bulmanız mümkün. Hem de fiyatlar, bir çok Avrupa şehrine kıyasla daha uygun. Tüm dünyaya yayılmış uluslararası markaların bulunduğu bakımlı caddenin hemen arkasına doğru yürüdüğümüzde, yani "Ermou Sokağı" ile "Egnatias Caddesi" arasında, ufak bir pazar ile karşılaşabilirsiniz. Hem kıyafet, hem de yiyecek pazarı bizimkiler gibi. Yalnız tek fark; devamlı açık olması. Burası biraz daha uygun fiyatlı ürünlerin satıldığı, çok da kaliteli olmayan malların alıcıyla buluştuğu bir yer. İçerisinde yürürken güzel peynir kokuları birbirine karışabiliyor.
 
        
Şehri kuran ve şehre üvey kız kardeşinin adını veren Büyük İskender, yıllar boyu ticaret ve eğlence merkezi olmuş.  Bir çok tarihi içinde barındıran Selanik şehri İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş. En yüksek tepelerinden biri olan Eski Şehir "Eptapyrgio", hala duran surları ve kalesi ile bizi çok şaşırttı. Çünkü çok güzel korudukları için içerisinde dolaşırken tarihin bir parçası olduğumuzu hissedebiliyorduk. Tabii tüm Selanik ve Ege Denizi ayaklarımızın altındaydı.



Sıra geldi Selanik'in gecelerinden bahsetmeye. Yunanlılar akşam yemeklerini geç yiyip, özellikle cuma ve cumartesi akşamları Taverna'ya çıkarlarmış. Bu yüzden oldukça sakin olan Selanik sokakları akşam saat 21.00'dan itibaren kalabalıklaşmaya başlıyor. Daha önceki araştırmalarıma göre en güzel Taverna, şehrin "Ladadika" denilen bölgesinde varmış. Burası araç trafiğine kapalı, yalnızca restoranların ve eğlence merkezlerinin olduğu bir bölge. Limana yakın olması da İzmir'deki barlar sokağını andırıyor. Biz de 2 gece boyunca bu eğlencelerden yararlanmak istedik. Ve her gece başka bir restoranı deneyerek Türk-Yunan şarkıları eşliğinde eğlendik.

 




Garsonların hizmetinin bizimkilerden farklı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Aslında bu genel olarak hizmet sektörlerimizin farklı çalıştığını gösteriyor sanırım. Çünkü lüks bir restoranda alıştığınız hizmetten daha az bir ilgi ile karşılıyorlar sizi. Bunu ayrıca, daha sonra anlatacağım "Thassos Adası" bölümünde de fazlasıyla fark ettik. Muhteşem koylara sahip olmalarına karşın, görsel hizmetleriyle bizi çok tatmin ettiklerini söyleyemem.

Taverna görmek umuduyla gittiğimiz restoran menülerindeki yiyecekler isimleriyle birlikte bizimkilere çok benziyor. Örneğin; musakka, cacık, kavurma, hünkar beğendi, vb... Yazılışları her ne kadar biraz değişik olsa da tatları epey benzerlik gösteriyor. Ortaya porsiyon porsiyon bir kaç çeşit tabak söyleyip en güzel "Uzo"larından denemeler yaptık. Şaşırdığımız noktalardan biri de gelen hesaptı. Çünkü diğer Avrupa ülkelerine göre porsiyonların fiyatları çok ucuz.

Yemeklerimizi afiyetle yerken -ki lezzetleri bizim damak tadımıza çok uygun- etrafta bir çok seyyar satıcı geziniyor. Bazen ısrarcı davransalar da ne demek istediklerini anlamadığımız için hemen şanslarını bir başka masada denemeye yöneliyorlar. İçlerinden en eğlenceli olanları seyyar çalgıcılar. Kimseye bir şey sormadan başlıyorlar Türk müziklerine benzer parçalar söylemeye. Biz de dayanamayarak masamıza davet ediyoruz. Tepemizde 6 tane farklı enstrüman birden ses veriyor olsa da keyfimiz acayip yerinde. Hele ki bizim Türk olduğumuzu anladıklarında başlıyorlar bildikleri Sezen Aksu parçalarını çalmaya... Ancak etraftaki Avrupalı turistler yaptığımıza pek bir anlam veremiyorlar. Sanırım onlar için çok değişik bir eğlence tarzı bu bizimkisi :)

Atatürk Evi

Selanik gezimizin asıl amacı; Türkiye Cumhuriyeti Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 1881 yılında doğduğu evi gezmekti. Adresini bulmak çok kolay. "Agiou Dimitiou" Caddesi üzerinde bulunan Türk Konsolosluğu'nun hemen yanı. Tam açık adres olarak; Apostolou Pavlou 17, Thessaloniki. Atatürk'ün doğduğu, çocukluğunun ve gençliğinin bir kısmının geçtiği bu ev Balkan Savaşları'ndan sonra Yunan Hükümeti'nin eline geçmiş. Yunan Hükümeti de evi Yunan bir aileye satmış. Ancak Cumhuriyetimizin kuruluşunun 10. yıl dönümünde Selanik Belediyesi Türk-Yunan dostluğunun bir göstergesi olarak evin duvarına "Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur. Selanik, 29 Birinci teşrin 1933" yazılı mermer bir levha koymuş. Bununla birlikte Atatürk'ün yaşadığı ev 5 yıllık bir süre içerisinde de Yunanlı aileden geri alınıp Türk Konsolosluğu'na teslim edilmiş.
 
 Atatürk Evi yıl 2013
Atatürk Evi yıl 1881
Bizim seyahatimiz 2013'ün Ağustos ayının sonuna denk gelmişti. Çünkü 2010 yılından beri bu evin Kültür ve Turizm Bakanlığımız tarafından restore edildiğini biliyorduk. En nihayetinde yaklaşık 3 sene boyunca süren çalışmalar 16 Ağustos 2013 günü sona ermiş ve bu kadar uzun zamandır ziyaretçilerine kapalı olan Atatürk'ümüzün Evi'ni görebilme şansımız olmuştu. Evi herkes ücretsiz olarak, Pazartesi günleri dışında 10:00-17:00 saatleri arasında görebilir.  
 
 
 
Konsolosluğun arkasında bulunan evin girişinde bir müddet sıra bekledikten sonra grup halinde bizi de arka bahçesinden girmek üzere içeri aldılar. Araştırmalarım sayesinde evi eski haliyle biliyordum. Bu yüzden yeni yapılandırılmış halini oldukça merak ediyordum doğrusu. Güvenlik kontrolünden geçip arka avluda bir kaç fotoğraf çektikten sonra sıra geldi içeri girmeye. Zemin de dahil olmak üzere 4 kattan oluşan evin her köşesinde Atatürk'e ait eşyaları görmeyi ve o havayı yaşayabilmeyi umut ederken bambaşka bir yerde buldum kendimi. Yalnızca mutfakta bir kaç eski eşya ve banyo kısmında bir kurna dışında toplam 6 odadaki diğer divanlar ve yataklar kaldırılmış. Çağdaş ve yalın bir mimariye sahipmiş bu yeni yer. Bir evden çok, sanat galerisini çağrıştırdı bana. Kapıların yanında, "İstanbul Odası", "Ankara Odası", "Selanik Odası" gibi isimler bulunuyor. Duvarlarında Atatürk'ün katıldığı savaşlar, yaptığı antlaşmalar, evin hikayesi gibi bilgiler yer alıyor. Bazı odalarda sine vizyon gösterimi var. Tek bir oda içimin ürpermesine sebep oldu. Atatürk'ün heykelinin bulunduğu oda! Bir koltukta oturur haldeki heykeli oldukça başarılı :)
 
 
 
Evin diğer bölümlerinin atmosferini size tarif edemiyorum, çünkü isterdim ki her odayı farklı hikayeler hayal ederek size anlatayım. Ya da doğduğu odayı görünce "Ne kadar duygulandım" diyebilseydim. Atatürk'ün doğduğu odada, eski eşyalar ya da en azından bir yatak beklerken yalnızca üzerinde Türkçe, İngilizce ve Yunanca "ATATÜRK DÜNYAYA BU ODADA GÖZLERİNİ AÇTI İSTANBUL'DA KAPADI" yazılı mermer bir taş bulunuyordu.
 
Atatürk'ün doğduğu oda 2010 yılı öncesi...
Atatürk'ün doğduğu oda 2013 yılı...

Açıkçası benim için çok değerli olan bu  evde, anı beklerken fotoğraf ve tablolar ile karşılaştım. Umarım buradan kaldırılan eşyalar İzmit ve Samsun'da iyi muhafaza ediliyordur...
 
 Önce öğrencilerini, daha sonra çocuklarını ve torunlarını Atatürk İlke ve İnkılaplarına göre yetiştirmiş "Anneannem ve Dedem"
 

Not: Selanik dönüşü, İpsala yolu üzerindeki şehirler hakkındaki bilgileri, bir sonraki yazımda bulabilirsiniz...

Sevgiyle Kalın...
 
Ezgi :)



 

4 Eylül 2013 Çarşamba

Sesli Kitap


Kitap Çantam

Artık büyükler de masal dinleyerek uyuyor. Kitap çantamdan bir hikaye seçip dinleyebilirsiniz. Uykuya dalmakta zorlananlar için iyi bir haber!!!

Haydi okumaya devam...

İyi dinlemeler...

Ezgi :)


Sevim Ak-Pembe Kuşa Ne Oldu? (6.Bölüm-Mavi Adada Bir Gün)